Son bir haftadır yazılı ve sözlü medyada İstanbul özel yetkili savcısının MİT Müsteşarı ve beş MİT'çi ile ilgili ifadeye çağırma haberi tüm gündeme oturmuş durumda. Farklı düşünceler olaya farklı pencerelerden bakmaktadırlar. Eski ve yeni MİT müsteşarları, eski müsteşar ve müsteşar yardımcısı ve mevcut iki daire başkanı bu savcının çağrısına icazet etmeyerek yeni bir tartışma başlattılar. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı çağrı nedeninin “ilgili kişilerin yürütmenin verdiği görevin dışına çıkmaları ve görevlerini kötüye kullanmaları” şeklinde açıklamış, devamında hukuki ve siyasi dalgalanmalar başlamış ve devam etmektedir. Bakanlarımız MİT Müsteşarının özel yetkili savcı tarafından ifadeye çağırılamayacağını, suçsuz olduğunu söylemek için sıraya girmişlerdir. Başbakan yardımcısı Bekir BOZDAÄž “ortada suç yok bir vazife var” ifadesiyle MİT Müsteşarının görevi icra etme sürecinde hükümetin bilgisi olduğunu çağrıştırmıştır. Hükümet sözcüsü Bülent Arınç ise “özel yetkili savcı görevini kötüye kullandığı için görevden el çektirilmiştir” söylemi de manidardır. Hükümet yetkilileri MİT Müsteşarını, MİT Yasasının 26. Maddesi gereğince ifade vermeye gitmeyeceğini, ifade için Başbakanın izni gerektiğini söylerken bazı kişiler de CMK'nın 250 ve 251. Maddeleri doğrultusunda özel yetkili savcının böyle bir yetkisi olduğunu söylemektedir. İşin hukuki boyutunu ve bu konudaki çatışmaları hukukçulara bırakarak bir vatandaş gözüyle bu süreci değerlendirmekte fayda var.
Çağrıda bulunan özel yetkili savcının alelacele görevden el çektirilmesi nasıl açıklanacaktır?
Başbakanımız bile kendi döneminde kurulan özel yetkili mahkemenin, özel yetkili savcısına güvenmeyerek kendi atadığı bir müsteşarın ifade vermeye gitmesini istememektedir. Devamında bir yasa çıkacaktır.
İfadeye çağırma olayından sonra ivedilikle İstanbul Emniyetinden terörle mücadele ve istihbarat gibi iki önemli şube müdürünün görevden alınması kafa karıştırıcıdır.
MİT mensuplarının görev alanlarının dışına çıkıp çıkmadığı ve sorumluluk alanlarını aşıp aşmadığı hususunda kafalarda karışıklık yaratılmaktadır.
Bu ülkenin yurtseverleri, parasız eğitim isteyen öğrencileri, seçilmiş milletvekilleri, bu ülkenin rektörleri ve bilim adamları, yazarları ve çizerleri, belediye başkanları, genelkurmay başkanları, generalleri, sendikacıları aynı mahkemelerce ifadeye çağırılıp tutuklandığı zaman Bakanlarımız, Başbakanımız, Cumhurbaşkanlarımız neredeydi? Bunlar bu ülkenin insanları değil miydi?
Åžimdiye kadar değişik zamanlarda yapılan tutuklamalarda yetkililerimiz “şeriatın kestiği parmak acımaz, soğukkanlılıkla beklemek gerek, kimse mahkeme kararı olmadan suçlu ilan edilemez, yargıyı beklemek gerek, hukuka saygılı olmamız gerek” gibi ifadeler kullanırken; bir müsteşarımızın sadece ifadeye çağırılması bile kişiye özel yasa çıkarmaya kadar gitmiştir. Kişiye özel yasa çıkarmak çifte standart değil midir? Çifte standart uygulayan yöneticilerimiz eleştiri mekanizmasının içine girmemekte midir? Ülke yönetimimizin en tepesinde bulunan yöneticilerimizin tüm bürokratlara, tüm yöneticilere, tüm vatandaşlara eşit seviyede davranması gerekmez mi? Bu davranışları ile Anayasamızın 10. Maddesinde belirtilen “kanun önünde eşitlik”, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 7. Maddesinde belirtilen “... kanun önünde herkes eşittir...” ilkeleri ihlal edilmiş olmuyor mu?
Özel yetkili mahkeme ve savcıların genel yapısı hukuk kuralları içinde ne kadar doğru değilse, üst yöneticilerimizin de yargıya müdahale anlamına gelecek kişiye özel yasa düzenlemeleri yapılması da o derece doğru değildir.
Yargı bağımsızdır diyorsak, bu herkes için geçerlidir. Eşitlik ve tarafsızlığı becerebilmek de en büyük erdemdir. İfade veren herkes suçlu olmayacağı gibi, diğer süreçlerde olduğu gibi yargının çalışmasına olanak verip sonucu yargıya bırakmak gerekir. (Devamı yarın...)