Ali Ekber Ataş, 1977 yılında Yatağan’a yerleşip yurt edinmiş Ataş ailesinin yedi kardeşten beşincisi. Coğrafyamızın yetiştirdiği değerli bir eğitimci ve yazarıdır.
Çocuk yaşında geldiği ilçemizde, gençlik yıllarını yaşamış ve yaşadığı evrelerde ilçemize renk katmış bir kardeşimiz. Ağabeyleri arkadaşım, rahmetli babası İdris Ataş (Nam-ı değer Doğu Dayı) benim can dostum, arkadaşım ve çok değer verdiğim bir büyüğümdü. Ruhu şad olsun. Anadolulu bir derviş, Nazım Hikmet’imizin dediği gibi “Topraktan öğrenip, kitapsız bilen” doğulu yerel bir filozoftu. Cumhuriyet ve Sözcü Gazetelerini okur, ülkemiz sorunları üzerine konuşur, eleştiri yapardık. Onu hiç unutmayacağız, her daim adını anacağız. İşte böyle bir muhterem babanın oğludur, Ali Ekber Ataş. Çalışkandır, üretkendir.
Yazdığı:
“Vedat Günyol’a Armağan 100’e 5 Vardı” (Derleme),
Muğla’mızın yetiştirdiği, Kulak Burun Boğaz alanın dünyaca ünlü bir bilim insanımızın yaşamöyküsünü yazdığı “Bilime Adanmış Yaşam: Prof. Dr. Sedat Katırcıoğlu” (Yaşamöyküsü),
“Promete’nin Işığında Bir Ömür: Vecihi Timuroğlu” (Monografi),
“Düşler Yanarken” (şiir)
ve son kitabı
“Tebeşir Kokulu Sözler” (Şiir üzerine çözümleme ve kuramsal yazılar ile şair portrelerinin yer aldığı denem)
adlı eserleriyle ses getirmiştir. Gurumuzdur. Söyleşimizi, İstanbul Kadıköy’de “Nâzım Hikmet Kültür Merkezi”nde yaptık. Gelin onu daha yakından tanıyalım.
Turgay Mutlu: Bize, kısaca kendinizden söz eder misiniz? Hangi tarihte ve nerede doğdunuz? Neler yaptınız ve şimdi nelerle uğraşıyorsunuz?
Ali Ekber Ataş: 1961, Erzincan’da doğdum. Karakaya (Keleriç) beldesinde. O tarihlerde köydü. Babamın anlattıklarından biliyorum, üç yüz, üç yüz elli haneli büyük bir köy. Biz, babamın da adı “İdrisgiller” sülalesi diye bilinir, tanınırdık. Doğduğum köyde bütün akrabalarla evlerimiz sırt sırtaydı. Babamın amca torunları oyunlar oynardık. Oyunlarımız arasında, herkesin bildiği çocukluğunda mutlak birkaç defa da olsa oynadığı birdirbir, çelik çomak, saklambaç, ara vermelim, ceviz ve fındık oyunları vb…
T.M: İlkokulu nerede ve kaç yılında okudunuz? Öğretmenlerinizi anımsıyor musunuz, okul müdürünüz kimdi?
A.E.A: 1968-1973 yılları arasında, Erzincan Altınbaşak İlkokulunda okudum. Öğretmenlerimden anımsadıklarım: Birinci sınıf öğretmenim, Abidin Bey. Aynı zamanda köylümüzdü. Eğitmen okullarından mezun bir öğretmen. Çakısıyla kalemlerimiz açardı. Bizim dönemimizde kalemtıraş diye bir şey yoktu. Çakısıyla kalem açışına bayılırdım. Öyle ustaca yapardı ki, şaşırıp kalırdım. Sonra sonra, belleğimde yer eden onun bu ustalığının sırrını çözebildim. O bir eğitmendi. Köy Enstitülerinin kaynağı Eğitmen okullarından mezun biri. İş içinde eğitim ilkesiyle büyümüş bir eğitimciydi. Hiç unutmam onun, kapı kenarında çöp kutusu başında kalemlerimizi çakısıyla açtığı o halini.
İkinci sınıf öğretmenim, askerliğini, köyümüzde öğretmen olarak yapan Özer Kaya. Biri saçlarıma ne vakit dokunsa, Özer öğretmenimin ellerini duyumsarım saçlarımda. Beni omuzlarımdan tutup yanına çekmiş, yüzümü saçlarımı okşadığı o anı hiç unutamıyorum.
Üç, dört ve beşinci sınıf öğretmenim Neriman hanımdı. Çok dayak yediğimi anımsarım. Yaramaz mı yaramaz biriydim. Yerinde durmayan, sürekli bir muzırlık peşinde koşan, kara kuru bir çocuk. Kızların saçlarını çekerdim hep. Tabi öğretmene şikayet ve ardından yer yemez misin… Dinleyen kim! Teneffüslerde yine aynı tas aynı hamam hesabı yaramazlıklara devam… Köy okullarının merdiven önlerindeki beton düzlüğün sağında ve solunda, ayakkabılarımızdaki çamurları temizlemek için saçtan yapılmış, ters u biçiminde çamurluklar vardır. Yine böyle bir yaramazlığım sonrasında kayıp dizimi bu çamurluğa çarptım. Dizim yarıldı. Dizkapağım kemiği görünecek büyüklükte bir yarılma. Babama haber verdiler. Ben ayağımın acısında değilim. Erzincan’a gideceğim için çok sevinçliyim. Erzincan’a gitmedik tabi. İlçemiz Üzümlü’ye (eski adı Cimin), sağlık ocağına götürdü babam. Dizkapağımda açılan yaraya, baş kanca takıldı. On on beş gün okula gidemedim, Üzümlü’de teyzemlerde kaldım. Eve geldiğimde de, öğretmenimiz Neriman hanım bütün sınıfı alıp evimizde beni görmeye gelmişlerdi. Böyle değerli öğretmenlerin ellerinde büyüdük. Dahası, o dönem öğretmenler evlerimiz de gezerlerdi. Okul müdürümüz, bizim de akrabamız olan adı, TÖS’ün başkanı Ali Bozkurt.
Okulumuz, tek katlı, taş bir binaydı. Bilirsiniz Erzincan, depremlerin yatağı ve yaşıtı bir kenttir. 1939 depremi Nazım’ımıza, Enver Gökçe’ye ağıtsı şiirler yazdırmıştır. Geniş bahçeliydi. İçinde kavaklar, söğüt ağaçları. Köy meydanında, gürül gürül sularıyla akan artezyen çeşme. Su kanıl okulumuzun bahçesinden geçer, bahçede ekili bostanı, ağaçları sulayarak, köyün sulama kanalına karışıp giderdi. Okulumun aynı zaman hem müdür hem de öğretmenlerimizin kalacağı lojmanlar vardı. Bahar aylarında bir şölendi okulumuzun bahçesi. Okul müdürümüzün eşliğinde 5. sınıflardaki büyük ağabeylerin ağaçları budamaları, diğer sınıfların budanan yem yeşil dalları toplamaları bir bahar şenliğiydi sanki. Ağabeylerimiz bize söğüt dallarından borular, düdükler yaparlardı. Bu tablonun içinde beni sarsan tek görüntü ise mahalleden de komşumuz olan Mehmet Çokgezer ağabeyin resim yapmasıydı. Belki de beni resme yönelten tek anıydı. Ağaç budama şöleninde Mehmet Çokgezer Ağabey, bu çalışma anının resmini yapışını büyük bir hayranlıkla izlemiştim. Bir de üçüncü sınıfta arkadaşım Hüseyin Şimşek’in çizdiği düğün resmi… Hayatıma yön veren anılarımdan ikisidir, çocukluğumdan bana benden çocuklarıma…
T.M: Orta ve Liseyi nerede okudunuz? Paylaşmak istediğiniz anılarınız nedir?
A.E.A: 1977 yılında geldiğimiz Yatağan’da okudum. Sanırım bugünkü durumu Kız Meslek Lisesi olan eski binada. Lise ve ortaokul iç içeydi. Okulun bahçesinde bir de baraka vardı, ek sınıf olarak. Bir dönem de burada okudum. 1977 yılı, Demirel’in başbakanlığında II. MC Hükümet dönemini yaşıyordu. İçlerinde şimdi anımsadığım, müdür yardımcısı da olan, çok sert görünümün altında insancı bir yürek taşıyan Tekin Bali, edebiyat öğretmeni Cemal Gürpınar (müdürdü sanırım), Hüseyin Yağlı, Halil Arslan ve adını anımsayamadığım solcu tüm öğretmenler sürgün edilmişlerdi, Yatağan Lisesinden başka liselere. Hatırladığım, Osman ağabey ve arkadaşları okulu boykot etmişler, okul duvarlarında asılı tüm Osmanlı padişahlarının fotoğraflarını indirip, okul basket sahasında parçalayarak, büyük bir ateş yakılmış ve çevresinde oyunlar oynanmıştı. Bir hafta okul boykot edildi. Taki, vali gelip sürgünlerin durdurulduğunu açıklayana kadar…
Öğretmenlerime gelince: Hepsi, bugünkü kişiliğimi oluşturmamda harç koyan insanlar. İş ve Ortaokuldaki Teknik öğretmenim bir bayanda, gözlüklü, sevecen, öğrencilerine çok değer veren biri. Ne yazık ki adını anımsayamadım. Cemal Gürpınar müdürlüğümü yapmıştı. İlk kez ondan resimde gösterdiğim başarı nedeniyle teşekkür almıştım. Duruyor. Merdan Tufan, Hüseyin Yağlı, Halil Arslan, Ahmet Rüştü Doğan, Cemal Zeydan, Ali Kaya, Ahmet Akşit, Nuran Yüksel ve tarih öğretmeni Leman Hanım…
Ahmet Rüştü Doğan’a, Halil Arslan ve Cemal Zeydan’a birer paragraf ayırmalıyım.
Şu an, resim öğretmeni olarak görev yapmamı, eğitim tarihimizdeki yerimi almamı Ahmet Rüştü Doğan’a borçluyum. Bir ders anında modelimiz olmuş, ders bitiminde çizdiğim resmimde, ayağının ucu kompozisyondan taşmıştı. Bana “Ali Ekber bu resmi yeniden çizer misin?” diye sordu. “Çizerim Hocam” dedim. Kırtasiyeden 100X70 boyutunda kağıt alıp, ertesi günü sınavım olmasına karşın sabaha kadar oturup resmi yeniden çizdim. Birlikte çekildiğimiz bir fotoğraftan da yüzünü kareleme yöntemiyle bire bir çimiştim. Öğretmenim, hayatım boyunca unutmayacağım bir armağan verdiydi o yıl bana: Evine, atölyesine götürüp, koltuğumun altına bir tuval, içinde boyaları, fırçaları, paleti olan boya sandığını elime tutuşturmaz mı… İşte o an, hayatımın dönüm noktası oldu. Vaol öğretmenim. Ellerinden öpüyorum.
Halil Arslan! Kişiliği, eğitimcişliğiyle öğretmenliğini en üst düzeyde birleştiren, özel hayatından, eğitim öğretim hayatına, sosyal ve sportif alandaki çalışmalarına, giyimine kuşamına dek örnek aldığım bir öğretmenimdi. Üzerimde emeği çoktur. Bana devrettiği öğretmenlik mesleğini, kendisinin ve diğer öğretmenlerimin anılarına gölge düşürmeyecek bir karalıkla yürütüyorum. Saygılarımı gönderiyor o güzel ellerinizden öpüyorum öğretmenim.
Cemal Zeydan! Yazarlığımı borçlu olduğum, Türkçemin, hem bireysel hem ulusal kimliğim olduğu öğreten, “dil insanın öz vatanıdır” bilincine ermemi sağlayan seçkin bir öğretmenim. İnsancı bir yüreğe sahipti. Yüzündeki gülümseme hiç eksik olmayan bir derviş edalı insan. Onu yıllar sonra Tekirdağın Muratlı ilçesinde buldum. Bir bayram günü kapılarını çalıp hem eşi hem kendisinin elini öptüm. Ne çok mutlu olmuştu…
Merdan Tufan! Dersimizde, Aşık Veysel’in Kara Toprak şiirinin çözümlemesini işliyoruz. Dersin sonuna doğru, “Hadi çocuklar, siz bu şiirin yazarı olsaydınız son iki dizesini nasıl yazardınız? Son iki dize de siz yazın bakalım” demişti. Şiire ciddiyetle başlayıp, şiirin hayatımı ve tüm zamanlarımı ele geçirmesine izin verdiğim o anımı ve Merdan öğretmenimi hiç unutamam. Şair olmaya o an karar verdiydim. O gün bugündür de yazıyor, yazıyor yazıyorum...
1978 Yılı 19 Mayıs’ı. Tören alanındayız. Geçit töreninin ardından, 19 Mayıs grubu gösterilerine başladı. Halk oyunları, şiirler, türküler. Son olarak atletizm yarışmaları kaldı. 2000 m düz koşu. Muğla bölgesi dereceleri ile Yatağan ilçe birincilikleri olan ve o ana değin yapılan tüm yarışmalarda hiç geçilmeyen Akın Göktaş’la yarışıyorum. 2000 metrenin son düzlüğünde en önde giden Akın’ın son deparla geçip birinci olmuştum. Dönemin Kaymakamı, oğlu da sınıf arkadaşımızdı ortaokulda, bana birincilik ödülü olarak Jonh Stenbeck’in ‘’Gazap Üzümleri’’ adlı romanını vermişti. 12 Eylül karanlık günlerinde, ağabeyimin kitaplarıyla beraber, Gazap Üzümleri kitabı mı da yakmıştım üç gün boyunca. Bu dönem kuşakları böyle şeyler yaşamadıkları için, kendilerine masal gibi gelebilir bu öykü. Bugünkü yazarlığımı borçlu olduğum en güzel anılarımdan birisidir bu.
Futbol alanında çok büyük başarılar yaşadım. Önce lise futbol takımı, sonra Yatağan Spor genç ve A Takımları, ardından Muğla Spor’a transfer oldum. Sadi Özcan’ın bizi Yatağan Spor Genç Takıma çağırmasını hiç unutamıyorum. Dünyalar benim olmuştu. Sadi ağabeye çok şey borçluyum. Şimdiki belediye Başkanımız Hasan ağabeyin ilgilerini, içtenliğini, desteğini hiç unutamam. Selçuk Başak, Nurol Akan, Servet Düzen, Mustafa Salcı ağabeylerin, takım içindeki bana desteklerini hiç unutamam. Muğla Spor’a transfer olduktan sonra çok desteğini gördüğüm Mustafa Yıldırım ağabeyi de unutamam.
T.M: Üniversiteyi nerede okudunuz? Anılarınızdan söz eder misiniz?
A.E.A: İstanbul’da. Marmara Üniversitesi Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Ana Sanat Dalı Bölümü’nü, 1990 yılında bitirdim. Üniversiteye çok geç başladım. Ben hayalini kurduğum bölüme girdiğimde, lise arkadaşlarım üniversiteyi çok bitirmiş, iş hayatlarına atılmışlardı. Hayallerini kurduğum bir okuldu. 1984 yılında, Güzel Sanatlar Fakültesi aldığı bir kararla, bir kere mahsus lise mezunlarının da, üniversite sınavına girmeden yetenek sınavına girebileceklerini duyurdular. Ben o yıl, son gün, son dört beş saat kala başvurumu yapmış, binden fazla kişinin girdiği sınavı, resim bölümüne on dokuzuncu olarak girmiş ve geçmiştim.
T.M: Askerlik öncesi ve sonrası nerelerde çalıştınız, askerliği nerede ve ne zaman yaptınız? Biraz da bundan söz edelim:
A.E.A: Sonunda başlayayım sorunuzu yanıtlamaya: Askerliğimi Burdur’da, bedelli olarak, 1994 Nisan celp döneminde yaptım. Askerliğimden anılarım hep hastalıkla geçti. Zaten iki aydı. Burdur’un kışını bilmiyorum, ama yazı hiç çekilmez. Kuru bir sıcağı var, bahar da bile.
Askerden önce Beşiktaş Valideçeşme, Çekirdek sokağında vitray atölyeleri vardı. Fakülteden atölye hocam Erol Eti, eşi Sevim Eti ve yine fakülte hocalarından Hüsamettin Koçan’ın vitray atölyeleri vardı. Bir dönem Hüsamettin Koçan’ın vitray atölyesindeve yine fakülteden “artistik anatomi” dersi öğretmenim Ergin İnan’la birlikte 1984 yılında Sait Halim Paşa Yalısı’nın yenileme (restorasyon) işini almışlardı. Vitray atölyesinde ve yenileme (restorasyon) işinde çalıştım. Daha sonra ağabeyim Halet’le kendi vitray atölyemizi kurduk. Tarabya’daki Cumhurbaşkanlığına ait Huber Köşkünün tamamını vitray işlerini yeniledik. 1992-94 yılları arası kendi Maltepe’de açtığım kendi vitray atölyemde çalışmaya başladım. Bahçeşehir İtalyan Restoran ve Mimarsinan beldesi Mimar Sinan Villalarına büyük işler yaptım.
T.M: Üniversite sonrası meslek yaşamınızı nerede başladınız?
A.E.A: Öğretmenliğe 1994 yılında Malatya Akçadağ Kozluca Beldesi Ahmet Yesevi Lisesinde göreve başladım. İkinci dönem, Akçadağ Ören İlköğretim okulu ile İnönü Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim Bölümünde Temel Plastik Sanatlar Eğitimi dersini verdim. Malatya’da kaldığım bir yıl süresi içinde boş durmadım. Okulun dışında, hem üniversitedeki öğrencilerimle hem liseden ve ortaokuldan, Malatya’da oturanlarla ilgilendim. Malatya Radyo Fon’da, Nihal adında öğretmen arkadaşımızla “Edebiyatımızdan Portreler” programını hazırlayıp sunduk. Eş durumunda, 1995 öğretim yılı sonunda İstanbul’a döndüm. O gün bugündür İstanbul’un Anadolu yakasının değişik okullarında görev yaptım. Sürüldüm, cezalar aldım, Meclis Başkanlığına, aldığım haksız cezalarımla ilgili, dönemin Milli Eğitim Bakanı (2012-2014) Ömer Çelik’e hitaben soru önergesi de verildi. O soru önergesi hala yanıtlanmış değil.
T.M: Politikayla uğraştınız mı? Anınız var mı?
A.E.A: İnsan; akıl, duyu, duygu, sosyal bir varlık. Bunun yanında ve üst bir kimlik olarak politik bir kişiliktir. Elbet bir dünya görüşüm var. Her şeyden önce benim için olmazsa olmaz tek devrimci MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’tür. Ben onun ve kurduğu cumhuriyetinin devrimci bir öğretmeniyim. Bu gerçek hiçbir zaman değişmedi, değişmeyecek. Babam, gerçek bir halk aydını ve Atatürk devrimcisi bir değerdir. Babamdan aldıklarıma, ağabeylerimden öğrendiklerimi, öğretmenlerimden gördüklerimi ekledim. Yaşamımın bana öğrettikleriyle birleştirip şu an, bu söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz insan Ali Ekber’i yarattım. Burada, İlhan Selçuk ağabeyimin bir sözünü anımsadım. Derdi ki:
“İnsan bir taşı yontarak geçirir ömrünü. Sonunda kendi heykeli ortaya çıkar.”
Babam, bütün ömrünce kendi heykelini yonttu. Senin ve senin gibi değerli büyüklerimin dünyasında bu yontuğu onur abidesiyle yaşıyor DOĞU DAYI! “Doğu Dayı” aynı zamanda benim şairliğimin de kaynağı. Onun şair ve isyancı, haksızlık karşısında susmayan, düşündüklerinden ödün vermeden yaşamayı bilen, “Hak bildiği yolda” “Enel Hak” bir iradenin insanı olarak biçtiği bir hayatı yaşıyoruz tüm çocukları.
Ağabeylerim, DİSK’e bağlı DEV-MADEN-SEN’in Yatağan Şubesi yöneticiliklerini yaptılar. Yatağan’ın siyasal ve düşünce dünyasına direnişleri ve savaşımlarıyla iz bıraktılar. Ben, ilkin babamdan, sonra da ağabeylerimden devraldığım ilkelere yenilerini ekleyerek yaşamımı sürdürüyorum. Lise yıllarımın hızlı günlerinde, ağabeylerimin etkisiyle, başında Behice Boran’ın olduğu İşçi Partisinin Genç Öncü Derneği üyesi oldum. Anımsadığım en ilginç anı, her seferinde babama yakalandığım, okulda olmam gereken bir sırada Yatağan’ın Çarşamba Pazar’ında bildiri dağıtmaktı. Tabi akşamları da okkalı zılgıtlarını yemek vardı babamın. Talet, Halet ağabeylerim, ailemizin gözdeleri kardeşlerim Gönül ve Hülya, hepsinin bende emeği vardır. Kişiliğimin oluşmasında, insanlaşmamda bana öğrettikleriyle bugün varım. Hepsine binlerce teşekkür ediyorum. İyi ki böyle bir ailenin bireyi olarak var olmuşum. Yengelerim, içtiğim her yudum suda, her lokmada emeklerinin lezzetleri saklıdır. Ellerinden öpüyorum hepsinin…
T.M: Bildiğim kadarıyla geç evlendin, haberlerini babandan alıyordum. Ne zaman, nerde ve nasıl oldu evliliğin? Çocuklarınız var mı?
A.E.A: 30 Ağustos 1992 yılında. İstanbul Cevizli’de, Büyük Zafer’in 70. Yıldönümünde. Eşim Tunceli Mazgirt doğumlu. Arife Kayar. Başıma gelmiş en doğru olay, durum, olgu kişidir eşim. Muzaffer ağabeyimin sayesinde tanıdım. Ben İstanbul’daydım. Bir bayram günü Yatağan’a gelmiştim. Ağabeyimle, eşimin ablası ve eniştesi aynı binada oturuyorlardı. Bayramın arifesi, hayatımda hiç bitmeyen ARİFE’ye dönüştü. Yani ben hep ve her bayrama ARİFE’yim.
İki çocuğumuz var. İlki erkek, 22 yaşında, “ilkgözağrım” diye telefonumda kayıtlı oğlum Uğurcan Emre Ataş. İkincisi kız. O da telefonumda “Kızım annem” diye kayıtlı, 15 yaşında Kudret Bilge Ataş Oğlum Kocaeli Bilgisayar Mühendisliği mezunu, kızım İstanbul Yakacık Fen Bilimleri Koleji lise 1.sınıfında okuyor. Oğlumun resim ve görsel zekâsı çok ilerde, hatta üst düzeyde bir yetenek. Kızım ise, dil konusunda beni daha bu yaşta fersah fersah geçmiş, geleceğin büyük bir yazarı. Gerçi o ATATÜRK’ün kız torunu olarak CUMHURİYET BAŞ SAVCISI olmayı hedefine koymuş. Olacak da. Hırslı, başarılı, zeki, kararlı ve inatçı bir kişilik. Yaşından çok önce olgunlaşan ATATÜRK’ün hedeflediği bir gençlik modeli. Oğlum, uyumlu. Çok yetenekli, zeki biri. O da benim gibi dağınık. Sanatçı bir ruha sahip. Rahat. Böyle olmasına seviniyorum. Kendilerini yormalarını istemiyorum. Keşke babamla çok zaman geçirselerdi. Dedelerini çok seviyorlardı…
T.M: Kısacası günlük yaşamınızdan bahseder misiniz? Hangi tür kitapları okumayı seversiniz?
A.E.A: Günlük yaşamım, okul ve ev arasında, haftanın beş gününü öğrencilerimle dolu dolu, çalışmaktan mutluluk duyarak geçer. Kendime ait bir atölye, üç farklı grupta, 12 ile 15 arası öğrencilerim var. Onlarla, Grafik Bölümündeyiz. Onlara, ilkin iyi bir insan olmanın, kendi haklarını bildikleri kadar, ödev, görev ve sorumluluklarına da sahip insan olmaktan geçtiğini öğretmeye çalışıyorum. Yeteneklerini bu doğrultuda geliştirmelerini ve bol bol kitap okumalarını söylüyorum. Zira öğretmenlerimden öğrendiklerimdi bunlar. Okula gidiş gelişlerimde kitap okumayı ve yazmayı asla ihmal etmem. Bugünkü varlığımı çocukluğumda kalan Tommiks, Zagor, Kaptan Swing, Teksas, Kara Murat, Tarkan, Tolga, Dede Korkut ve Heidi gibi kitaplara borçluyum.
Lise yıllarında okuduğum ilk kitaplar Enver Gökçe’nin ‘’Dost Dost İle Kavga ve Panzerler Üstümüze Kalkarken’’, Ahmet Arif’in ‘’ Hasretinden Prangalar Eskittim’’ , Fakir Baykurt’un ‘’ Irazca’nın Dirliği, Tırpan ‘’, Yaşar Kemal’in ‘’ İnce Memed ‘’ serisi ve Rıfat Ilgaz’ın ‘’ Hababam Sınıfı ve Sarı Yazma’’ …
T.M: Toprağı bol olsun. Babanızın şiirlerini derleyip bir kitap haline getirmeyi düşünüyor musunuz?
A.E.A: Kesinlikle! Sonradan olma Yatağanlı olarak ben, önceden siz Yatağanlıların onun kişiliğiyle bütünleştirip ona verdiğiniz adla, ‘’Doğu Dayı’’ adıyla biyografisini yazıyorum. Babamın, kırk yıl, annemin saçlarını kalbinin üstündeki sol cebinde taşıdığı saçlarıyla, annem olmadan onunla olan beraberliğinin romanını yazacağım.
T.M: Yazmayı ne zaman başladınız?
A.E.A: Lisede başladım. Fakir Baykurt’un ‘’Irazca’nın Dirliği’’ romanını okuduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Kendi kendime “Bu adam bizim hayatımızı anlatmış‘’ dediğimi anımsıyorum. Yıl 1978 idi. O yıldan bu yana kalem elimden düşmedi.
T.M: Benim bildiğim ve bende olan, Vedat Günyol, Vecihi Timuroğlu ve Sedat Katırcıoğlu’nun yaşamöykülerini yazdığınız kitaplarınız var. Bunlardan kısaca bahseder misiniz?
A.E.A: Vedat Günyol, 95 Yıl hayata ömür katarak yaşayan; Balkan Savaşı, Sovyet Devrimi ve üç askeri darbeyi görüp yaşamış bir aydın en zorlu geçen son altı ayına tanık oldum. Kahroldum. Bir şeyler yapmam gerektiğine inandım. Bu kitap bu inancın bir sonucudur. Ulalı hemşerimiz ve büyüğümüz Sedat Katırcıoğlu’nun yaşam öyküsünü yazmam önerisi geldiğinde hiç duraksamadım ve kabul ettim. Muğlalılar Derneğinden kardeşim, dostum Abdullah Kırbaş’ın önerisi suyunu içtiğim, ekmeğini yediğim, havasını soluduğum memleketime küçük bir borç teşekkürüydü. Vecihi Timuroğlu 33 yıllık öğretmenlik yaşamının 27 yılı sürgünlerde geçmiş, Diyarbakır’da 1937 yılında ilkokul 3.sınıf öğrencisiyken Atatürk’ün sorduğu ortaokul sorusunu çözerek kendisine hayran bırakmış ve bir aydına yakışır bir çalışmam oldu bu kitap.
T.M: Neden “Tebeşir Kokulu Sözler’’?
A.E.A: Birincisi öğretmenlerime bir teşekkür, ikincisi öğretmenlerimden devraldığım mesleğimin vazgeçilmesi tebeşirli sınıflarda tebeşir tozu içindeki öğrencilerimi yaşatmak istedim.
T.M: Cemal Süreya desem? Üstelik de aynı yere takıldığınız halde hiç karşılaşmamanızı kitabınızda okuyunca etkilendim, hüzünlendim. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
A.E.A: Bu konu bir gönül yarası. Hem anımsamaktan vazgeçmek istemediğim ve beni hayallere sürükleyen hem de pişmanlıklara boğan. 1984-92 yılları arasında aynı yerde, birbirimize çok yakın oturmuşuz. Aynı mekâna, Hatay restorana sayısız girip çıkmamıza karşın hiç görüşmemiz olmadı. Ya da karşılaştım da benim cesaretim olmadı gidip tanışmaya. Yüz yüze tanışmış olsaydın onunla, şair ruhuma, bir meyden üflenen Mansur zamanlarından sihirli sözler dinlerdim. Severdik birbirimizi. Neden mi? Onu en yakın dostları Vecihi Timuroğlu ve İsmet Karadayı’dan o kadar çok dinledim ki, o kadar çok kendimden yaşantılar buldum ki yetmez mi! Yüreğim bundandır Cemal Süreya adını duyduğunda burkulur, sersem sarsak olur.
T.M:“Düşler Yanarken” adlı şiir kitabınızda esinlendiğiniz kaynakları anlatır mısınız?
A.E.A: İlk kitabımdır. Şu güzel rastlantıya bak ki bu kitabın yazılmasına sebep ağabeyim Muzaffer Ataş da yan yanayız. Harika…
On yaşında bir ilkokul öğrencisiyim. Muzaffer abim Erzincan Lisesinde okuyor. Tarih kitabı arasında hani Deniz Gezmiş’in o ünlü parkalı iki asker arasında fotoğrafı var ya, işte o fotoğrafın yer aldığı gazete kesiğini buldum. Çocukluk bu ya ‘’ hep hayal kuruyorum; Deniz Gezmiş kaçıp bize gelse ben onu bizim evde bir kazsam, içine saklasam, yemeklerini ve suyunu versem, kimse bulmasa…’’ hayalini kuruyorum. Bu hayal bende bir mit’e dönüştü. Mutlaka bununla ilgili bir şey yazmam gerekti. ‘’Düşler Yanarken’’, Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a ve Hüseyin İnan’a on yaşımdan beri düşleyip ve nihayet 2011’in 6 Mayıs’ında kitap olarak çıkardığım bir ağıtsı destandır.
T.M: Aydın kime denir?
A.E.A: Benim tanıdığım ve bildiğim en büyük aydın Atatürk. Ondan sonrası, elbet bu aydın kimliğine yaraşır duruşlarıyla toplumumuza örnek oldular, ne ki, henüz onun aydın ve devrimci kişiliğini geçen olmadı, olamayacak da… Sözün özü: Halkını ve kalemini satmayana, emek düşmanlarıyla işbirliği yapmayana, emek düşmanlarına karşı halkıyla iç içe yaşamayı başarana… Elbet bu özlemimiz. Kısası, halkının yanında bir güç, önünde bir ir ışık, dibini karanlık bırakıp halkını aydınlatan bir mum…
T.M: Yeni bir kitap çalışmanız var mı?
A.E.A: Her zaman var. Ne ki, Türkiye’de popülerliği yakalayamadınızsa, kitap bastırmak, hele de şiir kitabı çıkarmak, kırk deveye hendek atlatmaktan zor. Ya arkanız güçlü olacak, paranız pulunuz yerinde ya da bir sermaye şirketlerine dönüşen yayınevleriyle çok yakın bağlarınız olacak. Diyeceğim, şu aşama, bir şiir bir de kısa denemelerin, anı, günce, anlatı ve biraz da aforizmal bir çalışma olan “Kusursuzluğun Notları” adıyle yayımlamayı düşündüğüm yeni kitaplarım
T.M: Okumaktan hoşlandığınız dünya ve Türk edebiyatı yazarları kimlerdir?
A.E.A: Çok genel, ad vermeden, okumaktan hoşlandığım ve bu aralar sıklıkla okuduğum kitaplar, denemeler, şiir üstüne kuramsal kitaplar, felsefe, şiir, tarih ve sözlük…
T.M: En son hangi kitabı okudunuz?
A.E.A: Kenan Sarıalioğlu’ndan ‘’Temmuz Sağanağı’’ adlı şiir kitabını okudum. Şu anda da, yıllar önce Fatin Rüştü Zorlu Lisesinde öğretmenliğim sırasında, kitap okumam ve kitaplarla derse girmem bir öğrencimin dikkatini çekmiş ve bana HYB Yayınları arasında çıkan “İşimi Seviyorum” adlı kitabı yeniden okuyorum şu an.
T.M: Sosyal iletişim ağında Promete adını kullanman dikkatimi çekti. Böyle bir adı seçmenin senin için özel bir anlamı var mı?
A.E.A: Promete, mitolojik bir kahramandır bilirsin. İnsan aklının isyanıdır, resmi, fotoğrafı, tablosu, sürekli bir akış ırmağıdır ve OKUYAN US’udur. Ateşi tanrılardan çalıp, tanrıya başkaldırsın diye insanlara veren kişidir. Aklımızın fitilini ateşleyen kıvılcım.
Promete, Hektor, Mustafa Kemal. Karşıtları Zeus, Agememnon ve Aşil ile emperyalist Batı. Kendimi insanlık tarihinin yarattığı bu üç olağanüstü varlığın dünya algısıyla daha yakın ilişkide gördüğümden.
T.M: Bugüne kadar kaç ödül aldınız?
A.E.A: Ödülüm yok. Katıldığım sempozyumlarda, festivallerde plaketler verildi. En iyi ödül, sizin gibi dostların bizi anımsayıp, değerli görüp köşelerinde, yapıtlarında bizlere yer vermeleridir.
T.M: Günümüzde edebiyat ne durumda?
A.E.A: Söylenecek o kadar çok şey var ki, en iyisi susmak. ‘’Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu’’ derken, tamda senin sorduğun bu soruya gelip saplanacağınızı ve bir türlü kendimizi rahatlatacak yanıtları bulamayacağımızı söylüyordu aslında.
T.M: Genç yazarlara ne tavsiye edersiniz? Yazarlıktan ve kitaplarınızdan para kazanabildiniz mi?
A.E.A: Kimseye “akıldanelik” edecek biri olarak görmedim kendimi. Herkesin aklı kendine. Benim aklım kestirebildiği şeyler üzerinden çalışır… Para kaybettim. Ha bire para kaybediyorum.
T.M: Ülkemizin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
A.E.A: Diyalektik bir süreci yaşıyoruz. Türkiye halkı hak etmediği halde batının 400 yılda geçtiği yolu Mustafa Kemal Atatürk ile 19 yılda geçti bu 400 yılı. Biz şimdi onun sancılarını yaşıyoruz. İnsan yaşadığı sürece umut her zaman vardır. Sen bir umutsun. Şu an bana bu umudun varlığını aşılıyorsun. Bu süreç yaşanacak ve bitecek. Fransa ve Robespierreler’in devrimi, Napolyon’a yenildi, üç Napolyon dönemi geçirdi. Zira Fransa, devrimler tarihini başlatmış bir ulusun devleti. 1923 aydınlanma devrimi de , kendi bu karanlık dönemi aşacak güçtedir. “Atatürk, Asya’nın Rönesansı’dır”.
T.M: Soppho’dan bu yana günümüzde değişen ne var?
A.E.A: Değişen hiçbir şey yok. O dönemde de kadına şiddet vardı. Günümüzde de var. O zaman yasalar kadınlara haklarını vermiyordu, şimdide vermiyor. Yasalar tecavüzcülerin haklarını koruyor. Ne trajik bir durum.
T.M: İlçemizi sosyal ve kültürel açıdan yeterli buluyor musunuz?
A.E.A: Uzun yıllardır ayrıyım. Gençliğim, dünyanın bu en güzel yeri olan Yatağan’da, en güzel yıllarını yaşadı. Termik santral uğruna bu coğrafyanın katledilmesi vatan hainliğiyle eş değer benim için. Üzüntüm büyük bu anlamda. Özal’ın mezarında rahat yatmadığını, öte tarafta da cehennemde olduğuna kesin kaniyim… 24 Ocak kararlarıyla beraber bu adam dışa bağımlılığımızın göbek bağını yasalaştırdı. Zira Yatağan’ın en yüksek tepesine çıkıp, yönünüzü de şöyle güneşin battığı Ülke Stratonikea’ya dönüp ovaya baktığınızda, Şahinler, Leyne ve Eskihisar’ın da içinde olduğu zeytin denizi ve tütün okyanusunda yüzerdiniz. Şimdi; ekmeğini yediğim, suyunu içip, tertemiz havasını soluduğum, zımpara gibi futbol sahasına Mustafa Kazıl ile birlikte çarpışıp, onun burnunun benim de kafamın yarıldığı zaman kanımızı akıttığımız memleketimin insanların şimdi ciğerlerinde sülfür. Kahrolsun böyle bir gelişme…
T.M: Ali Ekber, bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Bir teşekkürüm de seni yetiştiren başta baban ağabeylerin, işte Muzaffer de yanımızda, ailen, öğretmenlerine. Son olarak neler söylemek istersiniz?
A.E.A: Yatağan? Yurdumdur. Şuramda bir yer unutamadığım. Hemşerilerim, büyüklerim, dostlarım, arkadaşlarım, öğretmenlerim sizler hala toprak ve kumdan oluşan futbol sahasında top oynadığım yıllardaki gibi tertemiz aynı güzellikte yüreğimizdesiniz. Memleketimin insanlarıyla buluşup konuşmayı özlüyorum.
Senin de ağabey başkanlığını yaptığı ADD Yatağan Şubesi’nde umarım bir gün, memleketimin insanlarıyla beni buluşturacak bir söyleşi düzenlersin de hasret gideririz. Herkese saygı ve sevgilerimi gönderiyorum. Beni anımsayan, bana bir değer olduğumu yaşatan Turgay Ağabeyim, sana da teşekkür ediyorum.
T.M: Son sorum: Ali Ekber Ataş kimdir? Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
A.E.A: En zor soru. İnsanın kendisini anlatması en beceremediği yanıdır. Bence bunu tarihe bırakalım. Yaptıklarım ve yapacaklarım kendimi tanıtır diye düşünüyorum. Çünkü babam derdi:
“İnsanın kendisinden söz etmesi onun cahilliğidir oğlum. Önemli olan, insanların yüreğinde taşınacağın bir hayat bırakmandır. …”
Babamın mirasını devam ettirmektir tek düşüncem. Düşlerimiz yanmasın yeter ki…
Yorum Yazın