"Değer" günlük yaşamda sık kullandığımız göreceli bir kavram. Bugün değerli görüp peşinden koştuğumuz şeyler, bir başka gün, "Değer miydi?" diye hayıflandığımız bir duygunun kaynağı olabiliyor. Ancak tüm insanlık için değişmez değerler de var: Sevgi gibi, güzellik gibi, bilgi gibi, sağlık gibi, emek gibi…
Varlıklı bir ailenin tembel mi tembel bir oğlu varmış. Baba bakmış ki oğlan sürekli asalak yaşayacak. " Git, para kazan gel!" demiş. Anne oğlunu uğurlarken: " Al şu parayı, biraz gez dolaş gel. Bir kısmını da getirir, babana verirsin." demiş. Delikanlı, bir süre sonra annesinin dediği gibi geri dönmüş. Baba hoşbeşten sonra "Çıkar bakalım kazandığını." deyince elinde avucundakini çıkarıp babasına vermiş. Baba, paraları yırtıp sobaya atmış. Oğlandan hiç tepki gelmemiş. Babasının "Hadi bakalım yola!" demesiyle yine yollara düşmüş. Delikanlı bir süre sonra dönünce aynı olay yaşanmış. Bu, birkaç kez yinelenmiş. Son gidişinde anne: "Oğlum bende de kalmadı. Artık sana yardım edemem." diyerek uğurlamış oğlunu. Delikanlı, bu kez çok geç dönmüş baba yurduna. Üstelik getirdiği para da pek azmış. Baba yine paraları almış, yırtacakmış ki: "Dur." demiş oğlu. "Onları kazanabilmek için ne emek verdim biliyor musun sen?" Baba "İşte şimdi oldu. Bundan böyle kazanmanın değerini bilirsin." diyerek dillendirmiş sevincini.
Sahip olduğumuz şeylerin değerini öğrenmek için öyküdeki gibi sürekli sınamalardan geçmemiz gerekmez. Çünkü neyin, ne kadar değerli olduğunu okuyarak, düşünerek, izleyerek de öğrenebiliriz. Toplumlar, bin yıllar önce bu amaçla adına "okul" dediğimiz kurumları geliştirmiştir.
Bu hafta sonu ilk ve ortaöğretim okullarımız yarı yıl tatiline girecekler. Yıllar önce Selahattin Duman köşesinde anlatmıştı:
Yazar, eve kırıksız karneyle hiç gelmezmiş. Ablası da tam tersi sürekli takdirname getirirmiş. Babası da ablan gibi olamıyorsun diye yüklenirmiş yazara. Dahası, onu bir odaya hapsederek cezalandırırmış. Selahattin Duman, bakmış ki olacak gibi değil karne almaya bir gün kala hapsedileceği odaya yiyecek stoklar, babası daha bir şey demeden kendisini o odaya atar, birkaç gün onun sakinleşmesini beklermiş.
Karnelerdeki beşlerle birleri aynı kefeye kimse koyamaz elbette. Ancak okul başarısının, hayat başarısının tek anahtarı olmadığına Selahattin Duman'ın kendisi bile iyi bir örnek değil mi? Dünyada okul başarısı düşük; ama hayat başarısı yüksek, okul başarısı yüksek; ama hayat başarısı düşük nice insan olduğu bilinen bir gerçektir.
Okulun görevi eğitimdir, öğütüm değil. Çağdaş eğitimin temel özelliği ayrıştırıcılıktır. AB'nin örgün eğitimin işlevini: "Ne kadar yapabiliyorsan o kadar dene anlayışıyla bireyin kendinde var olan değerleri keşfetmesini ve bu değerlerin ancak toplumla bütünleşebildiği an anlam kazanacağını kavramasını sağlamak." olarak belirlemiştir. Bu nedenle orada öğrencileri yetenek, ilgi ve becerileri doğrultusunda hayata hazırlamak esastır.
Bizim sistemimiz ise eleyicidir. Biz "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" mantığıyla eleğin üstünde kalabilenlere taht ve baht bağışlarız. Elenenlere de başının çaresine bak, deriz. Durum böyle olunca da anne babalar daha iyi bir gelecek sağlamak adına sıkıştırırlar çocuklarını. Bu, bazen tekeden yağ çıkarma çabasına dönüşür. Bunalır çocuklarımız, ailelerimiz. Değer yaratma çabası, bakarsınız ki değersizleştirmeye dönüşmüştür.
"Oku da kurtar kendini!" Bu "kurtarma"nın içeriğinde ekonomik güvenceyi yakalamaktan başka hiçbir değer yoktur. Oysa eğitim, kaliteli bir yaşam üretmek için değerler kazanma aracıdır. Bunun için mutlaka bilim adamı, sanatçı, doktor, mühendis olmak gerekmez. Kişi, kendini en iyi ifade edebildiği biçimde yaşarsa kaliteli yaşamı yakalayabilir. Karnedeki notlar çocuklarımızı değerlendirmenin gerçek aracı değildir. Notlar değişir. Yeter ki çocuklarımız sevgi, güzellik, sağlık, emek gibi evrensel değerlerden yoksun bırakılmasın. Onlar, bilgiyi birikime ve bilince dönüştürmenin yolunu bulacaklardır.
Sanat merkezi kentlerinden birinde, bir çocuğun gözleri vitrindeki tablolardan birine takılır kalır. Tabloyu çok sevmiştir; ama tablo oldukça pahalıdır. Buna karşın o, tabloyu almayı kafasına koyar. Onu doğum gününde ağabeyine armağan edecektir. Bir iş bulup para biriktirmeye başlar. Fırsat buldukça da resmin orada durup durmadığına bakar.
Ağabeyinin doğum günü gelmiştir. Galeriye gider, tabloyu bir süre yakından izledikten ressamı bulur: "Ağabeyimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar" der.
Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve çocuğa satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Ressamın arkadaşları şaşkındır. Biri : "Sen ne yaptın, o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar düşük bir rakama sattın?"diye sorar.
Ressam yanıtlar:
"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim; ancak tüm servetini bu resme verecek kadar değer veren kaç kişi bulabilirdim?"
Değerliyi değersizden ayırabiliyor muyuz? Değer bildiklerimiz, bizim olduğu kadar toplumumuz ve insanlık için de değer mi? Yeni değerler yaratmak için gereken emeği harcıyor muyuz, arınabiliyor muyuz bencilliklerimizden?
Eğitim, bireylere bu becerileri kazandırıyorsa anlamlıdır. Aksi takdirde devletin değer öğüten sisteme, toplumun değerbilmezlerin cirit attığı yığınlara dönüşmesi kaçınılmazdır.
Sahip olduğumuz şeylerin değerini öğrenmek için öyküdeki gibi sürekli sınamalardan geçmemiz gerekmez. Çünkü neyin, ne kadar değerli olduğunu okuyarak, düşünerek, izleyerek de öğrenebiliriz. Toplumlar, bin yıllar önce bu amaçla adına "okul" dediğimiz kurumları geliştirmiştir.
Bu hafta sonu ilk ve ortaöğretim okullarımız yarı yıl tatiline girecekler. Yıllar önce Selahattin Duman köşesinde anlatmıştı:
Yazar, eve kırıksız karneyle hiç gelmezmiş. Ablası da tam tersi sürekli takdirname getirirmiş. Babası da ablan gibi olamıyorsun diye yüklenirmiş yazara. Dahası, onu bir odaya hapsederek cezalandırırmış. Selahattin Duman, bakmış ki olacak gibi değil karne almaya bir gün kala hapsedileceği odaya yiyecek stoklar, babası daha bir şey demeden kendisini o odaya atar, birkaç gün onun sakinleşmesini beklermiş.
Karnelerdeki beşlerle birleri aynı kefeye kimse koyamaz elbette. Ancak okul başarısının, hayat başarısının tek anahtarı olmadığına Selahattin Duman'ın kendisi bile iyi bir örnek değil mi? Dünyada okul başarısı düşük; ama hayat başarısı yüksek, okul başarısı yüksek; ama hayat başarısı düşük nice insan olduğu bilinen bir gerçektir.
Okulun görevi eğitimdir, öğütüm değil. Çağdaş eğitimin temel özelliği ayrıştırıcılıktır. AB'nin örgün eğitimin işlevini: "Ne kadar yapabiliyorsan o kadar dene anlayışıyla bireyin kendinde var olan değerleri keşfetmesini ve bu değerlerin ancak toplumla bütünleşebildiği an anlam kazanacağını kavramasını sağlamak." olarak belirlemiştir. Bu nedenle orada öğrencileri yetenek, ilgi ve becerileri doğrultusunda hayata hazırlamak esastır.
Bizim sistemimiz ise eleyicidir. Biz "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" mantığıyla eleğin üstünde kalabilenlere taht ve baht bağışlarız. Elenenlere de başının çaresine bak, deriz. Durum böyle olunca da anne babalar daha iyi bir gelecek sağlamak adına sıkıştırırlar çocuklarını. Bu, bazen tekeden yağ çıkarma çabasına dönüşür. Bunalır çocuklarımız, ailelerimiz. Değer yaratma çabası, bakarsınız ki değersizleştirmeye dönüşmüştür.
"Oku da kurtar kendini!" Bu "kurtarma"nın içeriğinde ekonomik güvenceyi yakalamaktan başka hiçbir değer yoktur. Oysa eğitim, kaliteli bir yaşam üretmek için değerler kazanma aracıdır. Bunun için mutlaka bilim adamı, sanatçı, doktor, mühendis olmak gerekmez. Kişi, kendini en iyi ifade edebildiği biçimde yaşarsa kaliteli yaşamı yakalayabilir. Karnedeki notlar çocuklarımızı değerlendirmenin gerçek aracı değildir. Notlar değişir. Yeter ki çocuklarımız sevgi, güzellik, sağlık, emek gibi evrensel değerlerden yoksun bırakılmasın. Onlar, bilgiyi birikime ve bilince dönüştürmenin yolunu bulacaklardır.
Sanat merkezi kentlerinden birinde, bir çocuğun gözleri vitrindeki tablolardan birine takılır kalır. Tabloyu çok sevmiştir; ama tablo oldukça pahalıdır. Buna karşın o, tabloyu almayı kafasına koyar. Onu doğum gününde ağabeyine armağan edecektir. Bir iş bulup para biriktirmeye başlar. Fırsat buldukça da resmin orada durup durmadığına bakar.
Ağabeyinin doğum günü gelmiştir. Galeriye gider, tabloyu bir süre yakından izledikten ressamı bulur: "Ağabeyimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar" der.
Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve çocuğa satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Ressamın arkadaşları şaşkındır. Biri : "Sen ne yaptın, o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar düşük bir rakama sattın?"diye sorar.
Ressam yanıtlar:
"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim; ancak tüm servetini bu resme verecek kadar değer veren kaç kişi bulabilirdim?"
Değerliyi değersizden ayırabiliyor muyuz? Değer bildiklerimiz, bizim olduğu kadar toplumumuz ve insanlık için de değer mi? Yeni değerler yaratmak için gereken emeği harcıyor muyuz, arınabiliyor muyuz bencilliklerimizden?
Eğitim, bireylere bu becerileri kazandırıyorsa anlamlıdır. Aksi takdirde devletin değer öğüten sisteme, toplumun değerbilmezlerin cirit attığı yığınlara dönüşmesi kaçınılmazdır.